7 Temmuz 2012 Cumartesi

TUME TURKCELL*

Bir dostumuzun akrabasının cenazesini defnetmek için Dersim’den Kırmızıköprü’ye doğru yola çıktığımızda ölüm ile yaşam arasında insanı düşüncelere sevk eden bir yerlerdeydim. Hani o başkalarının ölümünü uzaktan izleyip başını çevirip giden, arkadaşlarının ölümlerinde garip bir yaşam muhasebesine giren ve sonradan kendince asla tutamayacağı sözler veren, yakınlarının ölümlerinde ise kendi ölümünü görüp irkilen günümüz insanı tavrıydı aslında benimkisi.
Köylük yerde cenazenin oldukça kalabalık olması “benim cenazeme de bu kadar insan gelir mi?” şeklinde bir başka şehirli muhasebenin içine yuvarlarken insanı, dualar ve ağıtlar arasında defin işlemi gerçekleşti. Olayın ruhanî boyutu bittikten, büyük sırra eren bir başka beden de toprağa emanet edildikten sonra, cenazenin katılımcılarıyla farklı sohbet imkânları doğdu. Bu sohbetlerden birinde, mezarlığın bulunduğu yerin, mezarlık olmasının dışında kutsal bir mekân olduğunu öğrendim. Etraf sobalık odun doluyken, köylülerin o mevkiden küçük bir dal dahi olsa herhangi bir odun parçasını, uğursuzluk getireceği inancıyla, evlerine götürmediklerini şaşkınlıkla dinledim.
Şaşkınlıkla diyorum, çünkü geleneksel kutsallıkların lanetlenip yerlerine modern ve aslında daha katı kutsallıkların inşa edildiği şehirli topluluklara ait insanlar için bu yerel inanç figürü, çok da anlamlı değildi.  Bundan çok yıllar önce böyle bir durumla karşılaşsam, o mevkiden bir odun parçasını alıp götürmenin pozitivist hazzını da gayet güzel yaşayabilirdim. Ama öyle olmadı, asırlık meşe ağaçlarının gölgesinde, kayaların yamacından buz gibi fışkırıp çıkan bir suyun hayat verdiği, yeşilin en güzel tonlarının rengarenk çiçeklerle donatıldığı, inanılmaz sessiz, doğa harikası bir yerde dalıp gitmiş hayata dair düşünürken, karşı tepede bütün bu güzelliklere tezat bir medeniyet yuları ile göz göze geldim.
Tüm bu doğal güzelliklere inat, karşı tepede metalik rengi ve büyüklüğü ile kocaman bir Turkcell baz istasyonu durmaktaydı. Heybetini “çekim gücü”nden alan bu çelik direk, mekâna bir o kadar aykırı, doğaya ise bir o kadar tezattı. Sonradan bana anlatılan olay ise, işte bu yazının ortaya çıkmasına sebep oldu.
Reklâmlarında yüzlerce kilometre ötedeki oğlunun/kızının sesini duyduğu için gümüş dişleriyle bir ağız dolusu gülen “mutlu köylüler”i gördüğümüz, karnının doyup doymadığını sormadan elektriği kesilen köylü yavrucağın “çekim gücü” ile yarınki dersini bitirmesini sağlayan, yine aynı reklâmlarda kültüre ve geleneklere saygı temasını işleyen bu şirket, yakın zamana kadar Alevilik inancının kutsal mekânlarından olan Tume Hızır’daki (Hızır tepesi), Dara Hızır’ı (Hızır Ağacı) kesip, yerine bu çelik direği dikmişti. Köylüler bunu öğrendiğinde ise, iş işten geçmişti. Geride ise kızgınlık, kırgınlık, çaresizlik ve yüzyılların getirisi olan dışlanmışlığın bir örneğinin daha suskunlukla içe akıtılarak yaşanması kalmıştı. Belki de Dersim tarihi için bir milat olan 1938’den beri yaşanan acıların yanında bu sadece çok küçük bir acıydı. Fakat bu topraklar hep irili, ufaklı acılarla mı yoğrulmalıydı? Sünnî inanç mekânları için aslan kesilen muktedirler, topraklarındaki diğer farklı inanç kesimlerinin kutsal mekânlarına da aynı saygıyı göstererek kendi insanlarının gözünde daha sağlam bir yere gelemez miydi? Veya neden gelmek istemiyorlardı?
Sorular uzayıp giderken, olayın bir de kâr boyutu var tabi ki. Günümüzde iletişim hakkı adı altında herkes sabit müşterilere dönüştürülürken, hizmet adı altında da her yere baz istasyonu diken şirketlerin müşteri portföyünü genişletilmeye çalışıldığına şahit oluyoruz. Bugün bu kapitalist saldırı biçimlerinin, Alevilik inanç sisteminin tüm sembol, figür ve ritüellerinin adım başı görüldüğü bu kutsal topraklarda, özellikle son dönemde, olanca hızıyla devam ettiği zaten biliniyor. Bu doymak bilmez saldırı cephesi, “elektriği, telefonu kullanmayın o zaman” demagojisi eşliğinde, medeniyet ve “modern dünya”nın sorunlu ihtiyaçlarını kendi yok ettiklerine gerekçe gösteriyor. HES projeleri ve baraj yapımları ile pek çok kutsal mekân ya sular altında kalıyor ya da bir dozerin paletleri altında ortadan kaldırılıyor. Bu yöreye ait ve araştırılmayı bekleyen hayvan, bitki ve böcek türleri de bütün bu tahribattan fazlasıyla payını alıyor. Tabi ki, 30 yıldır süren savaşın bölgedeki korkunç izlerini de anımsamamak elde değil.
Tume Hızır’da olduğu gibi, Marx’ın “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” öngörüsünün fiilen hayata geçtiği bu kutsal inanç mekânlarında, saçma sapan bir “özgürlük” anlayışı ile iletişim hakkı diye bir kavram özgür tutsaklara pazarlanıyor. Keza, telefon ile iletişimin insanları birbirlerine bağlamadığı, bilakis ayırdığını, artık birilerinin yüksek sesle anlatması gerekiyor. İnsanların birbirlerini yılda birkaç defa görmek, ziyaret etmek yerine, şehirli kolaycılığı ile bu sıkıntıyı bir mesaj veya arama ile üzerlerinden attıkları yeterince açık değil mi? İnsanların sevdikleri ve dostlarıyla yaptıkları bir sabah kahvaltısının tadını hangi mesaj verebilir, meselâ?
Dahası, Dünya’nın her yerinde olduğu gibi burada da yerel inanç sistemlerine ait kutsal bir figürü “işlevsiz” bulan küresel sermaye, o figürü ortadan kaldırarak kendince “işlevli” olanı alâ-û vâlâ ile onun yerine koyuyor. Yüzyıllardır “kutsal” kabul edilerek mum yakılan, niyaz edilen, dua okunan, adak adanan bir ağacın yerinde, artık orada kaç yıl duracağı bile belli olmayan iletişim özgürlüğünün postmodern kutsalı olmuş, işlev abidesi şeklinde parıldayan bir çelik direk yükseliyor.
Babaannemin kendi babaannesinden kalan bakır leğenleri, açıkgöz bir satıcı aracılığıyla plastik leğenlerle değiştirdiğini anımsıyorum. Köylü bir kadın için bu “yenilik”, belli ki onun için çekici modernlik vaatleri ile doluydu. Hatta işlev aynı gibi görünüyordu, ama o işlevin ömrü hiç de aynı olmadı. Senesi dolmanda plastik leğenler yırtılınca, modern dünyanın renkli rüyası da bitivermişti.
Bugün Dersim coğrafyasında nehirler göl oluyor, Munzur suyu potansiyel bir bataklık, gözeler HES kelepçesiyle tutsak alınıp, ağaçlar su altı bitkisi haline getiriliyor. Modernizm, Post versiyonunu vizyona çıkarırken, kapitalizmin aklanıp paklanıp pazarlanmaya çalışılan adı, küreselleşme oluyor. Dolayısıyla Tume Hızır da, postmodern adıyla Tume Turkcell’e dönüşüyor. Bize de bir zamanlar dilek dilemek için bez bağlanan Dara Hızır’ın yerinde yükselen çelik direğe, insanlığın teslim bayrağını çekmek düşüyor. Zygmunt Bauman’ın günümüzdeki durumu anlatmak için yazdığı şu cümlede olduğu gibi: Elimizden bir şeylerin kayıp gittiğini görmek ama engel olamamak. İşte bütün mesele bu!



* "Tume Turkcell": Kırmanciki dilinde “Turkcell Tepesi”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder